BİLİM
Geniş anlamda bilim “bilmek”, “öğrenmek” anlamına gelir ve her tür bilgi ya da öğrenmeyi içerecek biçimde kullanılır. (Arapçadaki el-ilm ve Latincedeki scive kelimeleri ‘bilmek’ anlamındadır.) Fakat daha dar anlamda, Özellikle İngilizcedeki Science kelimesinin etkisiyle bilim, tabiata ait disiplinli bilgiyi içerir ve beşeri ve sosyal bitimleri kapsamı dışında bırakır. Bu da bilim literatüründe tabiat (fen) bilimleri ve sosyal bilimler diye bir ayrımın ortaya çıkmasına yol açmıştır. Tabiat bilimleri tabiattaki kanun ve düzenlilikleri keşfetmeye çalışırlarken, sosyal bilimciler de toplumların, toplumsal değişmelerin kanunlarını bulmaya Çalışırlar. Bilim felsefesindeki genel eğilim ise, sosyal bilimlerin bir bilim olduklarının tartışmalı olduğu şeklindedir.
Gerçekten evrende hemen her şeyin sürekli bir oluş, akış, değişim ve belirsizlik içinde görülmesi ve algılanması söz konusudur. Olayları kavramak, duygularımızı bir düzene ve sıraya koymak, yani sürekli bir kargaşadan kurtulmak amacıyla evrensel oluşumu ve değişimi sağlayan düzenin (kanunun) ne olduğunun bulunmasıyla ve anlaşılır kılınmasıyla mümkün olabilir. Sözgelimi tabiat kanunları, nedensellik ilkesi gibi bilimin temel değerleri böyledir. Bilimde çeşitli kanunlar bulunabilse de, sonuçta bunların tümü tek ve aynı kanuna indirgenebilmektedir. Francis Bacon olayların ve olguların bilimsel yönden bilinmelerini, nedenlerinin bilinmesine bağlayan yönde bir açıklama yapar. Bu açıklamada nedenden maksat, en geniş anlamda tabiat kanunudur. Aristoteles ise, çok daha önceden şu düşünceyi ileri sürmüştür: “Bilim duyum organlarımızın bizi varlıklarından ve değişimlerinden haberdar kıldıkları nesnelerden ve olaylardan hareket ederek, zihnimizin bulabildiği kanunların ifadesiyle sonuca varır.”
İnsanlık tarihinin bilinebildiği dönemlerinden itibaren bilimin ortaya çıkışı, oluşumu, gelişimi ve süreci, muhteva ve işlevleri sürekli değişime uğramış, toplumdaki öteki kurumlar ile İlişkisi zaman İçinde farklılıklar göstermiştir. Böyle bir süreç içinde bilimin ortak ve süreklilik arz eden niteliği genel olarak tabiatın ve olaylarının bilgisi şeklinde açıklığa kavuşturulabilir. Bundan dolayıdır ki, bilim ve düşünce tarihçileri bilimin gelişim sürecini daha çok pozitif bilimlere indirgeme eğilimi duymuşlardır. Ne var ki kt, bilim denildiğinde sadece pozitif bilimlerin anlaşılması gerçekçi bir yaklaşım olarak görülemez. Çünkü insanı ve onun her türden davranışlarını toplumsal ve kültürel yanlarıyla İnceleyen bilim dalları da bulunmaktadır ki, bunlara “insan bilimleri”, “beşeri bilimler” ya da “sosyal bilimler” adı verilmektedir.
Tabiatta meydana gelen olayların dikkatli incelenmesiyle elde edilen tabii düzen ve bunun akü nedenlerle açıklanmasının bilgisi olarak bilimin ortaya çıkışını yazının bulunuşundan önceki tarihi zamana götürmek mümkündür. Gerçekten bulunan mağara resimleri, kemik ve boynuzlara çizilmiş resimlere bakıldığında görülen düzgün çizgiler de bu dönem insanlarının tabiattaki bazı olayları bildiğini ortaya koymaktadır. Nitekim arkeoloji, antropoloji ve prehistorya gibi bitim dallarının günümüzde ulaştıkları ortak kanaat tarih öncesi ilk uygarlık veya kültür ortamlarının Dicle ve Fırat, yani Mezopotamya’da, Nil, İndus, Sarı Irmak (Huang He) ve Yangtzc gibi büyük nehir kıyılarında kurulduklarıdır. Kuşkusuz bilimin geçirdiği süreç dikkate alındığında bilim veya bilimler alanındaki gelişme neden ve etkenleri uygarlığın evrimini gerçekleştiren oldukça çeşitli ve karmaşık tarihi ve toplumsal şartlar ve ortamlar İle yakından İlişkilidir. Yerleşim bakımından jeopolitik etkenlerden başlayıp iklim şartlarına, iktisadi duruma, toplum yapısına, toplumun bireyleri ya da zümre veya sınıfları arasındaki huzur, güven ve refah derecesine, tarihi birikimine vb. kadar genişleyen birinci derecede etkenlerin önemi ortaya çıkmaktadır. Nevar ki, bütün bunlara rağmen bİ-Umde mutlaka sürekli bir gelişmenin kesin bir Şekilde olacağı da ileri sürülemez. Çünkü mutlak surette insana bağlı olan bilim, gelişimi ya da evrimi açısından insanın içinde bulunduğu Şartlar yanında onun sahip olduğu imkanlarla da yakından ilişkilidir.
Demek oluyor ki, toplumların başlangıcından ve bu bağlamda kültürün ortaya çıkışından itibaren, en ilkel olarak tanımlanan uygarlıklarda bile, evren konusunda bir söylem (dis-course) oluşmuş, dolayısıyla tabiat ve evrene İlişkin çalışmaları belirleyen bir bilgiler bütünü meydana getirilmiştir. Nitekim efsanelerin amacını bu bağlam çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Kaldı ki, her bilgi sistemi mutlaka bilimsel değildir, hatta bilimsel niteliği kazanmaya da yönelmemiş bulunabilir. Gerçekten efsanelerin bilimsel ölçüler açısından doğru olmadıklarını ileri sürmek, onların mahiyetleri ve işlevleri konusunda bize belli bir bilgi vermeyebilir. Fakat yine de kültürün içinde yer alırlar. Bu açıdan bilimin özel bir kültür olgusu olduğu ve belli bir uygarlık Örneğine bağlı bulunduğu yargısına varmak mümkündür. Sözgelimi, bu bakımdan, Batı biliminin Balı uygarlığına bağlı Özel bir olgu olduğu İfade edilebilir. Aynı şekilde, bir dîn olma yanında bir uygarlığı da ifade eden İslam’ın kendine Özgü bir bilim anlayış ve sisteminin bulunduğu rahatça ileri sürülmelidir.
Şimdi kısaca bilim tarihini gözden geçirelim:
Hind’de Bilim:
Hindistan’ın bilim alanındaki kalıcı etkileri sınırlı olmuştur. Hindistan’da güneş ve ayın hareketleri, ışığın kaynağı sayıldıklarından, birinci derecede önemliydiler. Bütün tabiat güçleri birer Tanrı olarak kabul edilirdi. Nitekim Hint inanışında canlı olan ile olmayan, yani “şey” ile “özne” arasında herhangi bir fark görülmezdi. Sözgelimi Budacılıkta evren birlik içinde bir akış olarak tanımlanır. Buna göre evren psişik ve fiziksel unsurlardan oluşur (Drahma). Ancak Budacılık nesnenin gerçekliğini belirleyen maddeyi reddeder. Tabiatta oluş ve yok oluş sonsuzdur ve varoluş sürekli
ve kesintisiz bir oluştur. Lokayata ya da Carvaka öğretilerine göre dünya maddi bir yapı olup su, hava, ateş ve topraktan, yani dört unsurdan (car. dört, vak: söz, Catvaka: dört söz) meydana gelmiştir. Canlı varlıklar ve özellikle insan da bu maddi unsurların parçacıklarıdırlar. Carvaka öğretisini benimseyenlerin bilgi teorisi ve mantıkla ilgilendikleri sanılmaktadır. Onlara göre gerçeğin, yani bilginin kaynağı duyumlar, yani algılardır. Duyumlarla elde edilen bilgilerin tümü gerçektir. Dolayısıyla mantıksal akıl yürütme bilginin kaynağı olamaz, çünkü akıl yürütme genel ilkeleri kapsar ve bunlar da duyumların konusu olamazlar.
Kısacası Hindistan’da Hint geometri ve cebi-ri belli bir gelişim göstermiştir. Buna tıbbı da eklemek gerekir, özellikle Hint matematiğinin numaralama sisteminin elverişli olması ve yaklaşık IX. yüzyılda müslümanlann “Gubar-ı Hint” denilen bu bilim dalını bilimde devrim sayılacak nitelikte geliştirmeleri, bu rakamların Batıya geçmesinde ve gelişmesinde etkili olacaktır.
Çin ‘de Bilim:
M.Ö. yaklaşık iki bin yıl önceleri bürokrasiye dayalı devlet kurumu oluşturan Çin, bilim alanında da önemli gelişmelere sahne oldu. Çinliler evrenin yapısı ve düzeni konusunda dini ya da mitolojik açıklamalar yerine, bu yapı ve düzenin insan tarafından ortaya çıkarılabileceği, dolayısıyla bundan yararlanabileceği kanaatini taşıyorlardı. Nitekim, devletin de destek ve özendirmesiyle Çinli bilginlerin bir takvim yılı yaptıkları ve takım yıldızlarının gökteki konumlarını belirledikleri anlaşılmaktadır. Devlet ve yöneticiler bu bakımdan astronomi, astroloji gibi bilgi dallarından yararlandıkları gibi, öteki dalların gelişimine de pratik kullanımlarının önemi dolayısıyla önayak oldular. Gerçekten kimya (aynı zamanda simya), tıp, jeoloji, coğrafya ve teknoloji alanlarındaki incelemeler ve çabalar pratik bilgi ihtiyacım karşılama düşüncesiyle devlet tarafından teşvik edilip desteklenmiştir.
Hindistan ve Çin bilimleri eski çağlarda önemli gelişmeleri içlerinde barındırmakla birlikte kaynak ve tarihi süreç bakımından gerek Hint, gerekse Çin matematik ve astronomi bilim dallarının Mezopotamya’dan etkilendiğini gösteren belirtiler vardır.
Mısır ve Mezopotamya’da Bilim:
Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarının M.Ö.3000 yılından daha önceye uzandığı bilinmekteyse de, bu uygarlıklarda bilimsel çalışmaların varlığını kanıtlayan belgeler en çok M.ö. 2000 yılı dolayına kadar uzanır. Bu demektir ki, bilimsel çalışmaların kaynağı daha gerilere dayanmaktadır. Bu uygarlıklardaki bilimin ilk ortaya çıkışının, tarımsal faaliyetlerin ve kurulan kent ve kasabaların varlığına bağlı olduğu Öne sürülebilir. Mısır’da uzun süren bir Firavunlar sülalesinin hâkimiyetine karşılık, Mezopotamya da aralıklarla devam eden çeşitli sülale ve kavimlerin hâkimiyeti söz konusu olmuştur. Sözgelimi Sümerler uygarlık bakımından bir yeniden doğuş çağından sonra ortadan kaybolmuşlar, arkasından Eski Babil dönemi başlamıştır. Gerçekten Susa ve Elam’da yapılan kazılarda eski Babil dönemine ait bir kısım matematikle ilgili tabletler ortaya çıkartılmıştır ki, bunların bilimsel değeri vardır. Yine astronomi çalışmalarına bu dönemde rastlanmakla birlikte, asıl olarak astronomi alanındaki gelişme Asurlular dönemine tekabül etmektedir. Bunun yanında Sümerlerin ateşte belli bazı madenleri bakıra dönüştürdükleri ve bakıra çeşitli şekiller verebildikleri, bakır ve kalay alaşımından dayanıklı ve kaynaşmaya elverişli bronzu elde ettikleri bilinmektedir, öte yandan ihtiyaç maddelerinin alışverişinin belli bir düzene bağlanması, alıp verilen miktarların fırınlanmış toprak tabletlere işaretlendiğini; bu işlemin zamanla 60 tabanlı konumsal bir sayı sistemiyle sonradan ideogram biçimine dönüşen, bir resim-İşaret yazı sistemini doğurduğu sanılmaktadır. Bu gelişim süreci matematik, astronomi, tıp, tarih, mitoloji ve din ile ilgili geniş bir literatürün oluşmasmı sağlamıştır. Çarpım tablosunu da kullanan Sümerler alan ve hacim hesapları-
nı yapıyorlar, daire alanıyla silindir hacmini bulmada (pi) değeri olarak 3.124′i alıyorlardı. Babilliler ise matematik ve astronomide ilerleme yaptıkları gibi, temel bazı geometrik kavramlar da ortaya koydular; Sümerlerin geliştirdikleri tam sayı sistemini kesirlere uyguladılar. Kare kök, küp kök alma, ikinci ve üçüncü dereceden denklemler ile ilgili problemleri çözen tablolar geliştirdiler. Yarım bîr dairede çizilen üçgenin dik açılı olduğunu, Pİsagor teoremi olarak bilinen dik açılı üçgenlerle İlgili teoremi, dairenin 360 derece, bir saatin 60 dakika, bir dakikanın 60 saniyeye bölündüğünü biliyorlardı.
Matematik ve geometri alanında olduğu gibi astronomi alanında da deneye dayalı gelişmelerin Babillİlerce gerçekleştirildikleri açıktır. Çünkü toprağın İşlenmesi, ekim ve hasat dönemlerinin belirlenmesi, kutsallık izafe edilen gök cisimlerinin doğru hareketlerinin ve yönlerinin tespiti astronomiyle yakından İlişkiliydi. Sözgelimi yılın uzunluğunu 4,5 dakikalık bîr yanılma payıyla hesaplayabiliyorlardı.
Mısır’da bilim alanındaki gelişme Mezopotamya’ya göre biraz yavaş gelişmiş görünmekle birlikte, aradaki farkın çok büyük olduğu düşünülmemelidir. Mısır’daki Piramitlerin yapımı, Nil deltasında tarım faaliyetinin verimli şekilde yürütülmesi matematik, geometri ve astronomi gibi bilim alanlarında belli bir gelişimin olduğunun işaretleridir. Fakat tıp alanında Mısır’da önemli bir gelişmenin varlığı da açıktır.
Kısaca Mısır ve Mezopotamya da biri diğerinden biraz farklılık gösterse de, gerçekte birbirine yakın bir uygarlığın oluştuğu ve bu uygarlıktaki bilimsel gelişmelerin de birbirinden Çok uzak olmadıkları söylenmelidir. Ancak gelişen bilim dallarının pragmatik özellikler taşıdıkları hemen belirtilmelidir. Başka bir ifadeyle anlatmak gerekirse mühendislik, mimarlık, çeşitli teknoloji türlerinin gelişimi, insanların kasaba ve kentlere yerleşerek iş bölümünü esas alan belli oranda karmaşık bir hayatı yaşamalarının doğal bir sonucu olarak ortaya Çıkmıştır.
Yunan Bilimi:
Yunanlılar İle bilim bir değişime uğradı. Yunanlılar felsefeyle birlikte bilime yeni bir yön ve anlam vermişler; kaynak, mahiyet ve işlevini farklı biçimlerde tanımlamaya çaba göstermişlerdir. Bilmek, anlamak ve açıklamak gibi üç ortak kaygıdan doğan Yunan bilim ve felsefesi, bilimden pratik yarar beklemeksizin salt evreni ve özünü kavramak ihtiyacı taşıyan bir düşünceden hareket eder. Yani tabiatı salt bir bilgi tutkusuyla anlamak ve kavramak isteyen bir insanın çabasına kendisine temel alır. Gerçekten Batı biliminin İlk temsilcileri de olan eski Yunan filozoflarının evreni anlamak için başvurdukları çözümleme nesneleri, tabiattaki olay ve olgulardır. Tabiatı, tabiatta olup bitenleri, tabiattaki varlık türlerini mitik ve dini inanış ve değerlendirmeler alanından çıkartıp insanın yetenek ve güçlerine dayanarak anlamaya çalışmışlardır. Bu olgunun öncelikle batı Anadolu’da, İyonya’da M.Ö. yaklaşık 6000 yıllarında Thales ile başladığı ve bunun İyon-ya okulu adını alarak Batı biliminin de kaynağını oluşturduğu görülecektir. Aristoteles’in “Fizikçiler” şeklinde tanımladığı ve Sofistlere kadar ulaşan dönem düşünürlerinin genellikle matematik, geometri, astronomi, coğrafya ve biyoloji gibi çeşitli bilim dallarıyla İlişkili oldukları bilinmektedir. Bunlar, tabiatı ilkeleri ve nedenleri bakımından, incelemeye çalışırlarken, akıl yürütme ve deney ve gözlem gibi bilimsel yöntemleri de göz önünde tutmaya çaba gösterdiler. Ayrıca Mısır, Ortadoğu, yani eskiden beri sürüp gelen Mezopotamya biliminden de, kişisel ilişkiler sonucu olsa gerek, geniş bir şekilde yararlanma imkânı bulmuş oldukları anlaşılmaktadır. Sözgelimi Thales’in çok küçük bir yanılma payıyla güneş tutulmasını haber vermesi, Mısır ve Mezopotamya kültür çevreleriyle ilişkide bulunmuş olmasını düşündürmektedir. Yine matematiksel ifadeyle gemilerin kıyıdan uzaklığını hesap edebiliyordu ki, bu ve benzer bilgileri Mısır’a yaptığı geziyle İyonya’ya getirmiş olması mümkündür. O, evrenin ana esasının (arkhe) sudan oluştuğunu, evrendeki varoluş ve yok oluşun, suyun değişimiyle ilgili olduğunu ileri sürecektir. Bütün tabiat olayları, tabiattaki varlıkların tür ve nitelikleri, katı, sıvı ve gaz halinde bulunabilen bu ana esasın, yani suyun değişimine bağlıdır. Evrendeki düzen ve uyum da bununla açıklanabilir. İşte gerek tabiattaki olayları, gerek varlık türlerini ve gerekse evrendeki düzenliliği ve rasyonelliği suya göre açıklamak mümkündür. Çünkü bununla evrensel bir ilkeye ve nedene ulaşmak söz konusudur. Thales’in dostu ve öğrencisi olan Anaksimandros ana esasın su olamayacağına, onun yerine “bilinmeyen şeyin” (apeiron) ana esas kabul edilmesini ileri sürdü. Böylece Thales ile başlayan bu açıklama süreci yaklaşık iki yüz yıl sonra dört unsur öğretisi şeklinde ortaya çıktı. Yani evrenin ana esasının su, hava, ateş ve toprak olduğu kabul edildi. Ana esas olarak havayı Anaksimenes, ateşi Herakleitos ve bu üç unsura toprağı da ekleyerek dört unsur halinde kabul eden ise Empedokles olacaktır. Empedok-les’e göre evrendeki bütün varlıklar bu dört unsurun değişik oranlarda birleşmesiyle meydana gelir. Unsurların birleşmesi ve ayrılması ise sevgi ve nefret güçleriyle gerçekleştirilir. Evren, tabiat ve varlıkların oluşumu ve yok oluşu bu iki gücün çarpışması sonucunda rastlantıyla olur. Yine Empedokles ayın ışığını güneşten aldığını, güneş ve ayın dünya etrafında döndüğünü, ayın güneş ve dünya arasından geçmesiyle güneş tutulmasının meydana geldiğini ileri sürmüştür.
Empedokles ile birlikte Anaksagoras, Leu-cippus ve Demokritos’un İlk çağ atomculuğu olarak nitelendirilen öğretiyi hazırlayıp oluşturdukları görülmektedir. Buna göre, evrende her şey, bölünemeyen en küçük parçacıklar (atom)dan meydana gelmiştir. Sonsuz sayıda ve nicelik özelliklerine sahip olan atomlar boş uzayda sürekli hareket ederek evreni ve varlıkları meydana getirirler. Atomların hareketleri zorunlu ve mekaniktir, dolayısıyla evrende, tabiatta ve varlığın hareket ve değişiminde zorunluluk ve mekanik ilkeler hakimdir.
Öte yandan evrende ve varlıktaki hareketi, değişmeyi ve bunlara bağlı olarak oluşu, ana esas olarak kabul edilen ateşe dayandıran Herakleitos, devamlı bir var olma ve yok olma süreci şeklinde tanımlamıştır. Herakleitos’un ana esas kabul ettiği ateş, XX. yüzyılda atomun parçalanmasından sonra yeniden tartışılacak ve ateş ile kastedilenin gerçekte enerji olduğu yorumlan yapılacaktır. Demokri-tos’un atomcu Öğretisi de XVI-XVII. yüzyılda, özellikle Gassendi gibi düşünürler tarafından İki bin yıl sonra yeniden canlandırılacak ve Yeni Çağlardaki bilim alanında başlayan gelişmede temel sayılacaktır.
Yeni Çağda Bilim
Başlangıçta bilim ve felsefe arasında bir bütünlük söz konusuydu. Bilimin gelişimi de, felsefi akımların gelişimiyle birlikte oldu. Ancak bilim ile felsefe arasında ayrım da bu arada giderek ortaya çıktı. Daha sonra, Yeni Çağlarda, felsefeyle bilim karşı karşıya geleceklerdir. Bu anlamda Batı düşüncesinde bilim ile felsefenin, bütün çabalara rağmen, karşı karşıya gelme tehlikesi daima kendini duyurmuştur. Aslında felsefeyle bilimin karşı karşıya gelmesi bilgi teorisinde açık bir biçimde gözlemlene-bilmektedir. Felsefe, genel olarak bilimin ve özellikle de bilimsel disiplinlerin mahiyetini ve konusunu kendi öz İmkânlarıyla belirlemektedir. Buna karşılık bilim, kendi gerçek gelişimiyle kendini Önceden sınırlamaya kalkışan her girişimden kesin olarak kaçınmaktadır.
Orta Çağ’ın Vll.yy. ortalarına kadarki ilk devirlerinde bilimde bir duraklama, hatta gerileme olmuş, 750ılerden sonra, özellikle Bağdad okulunun önderliğinde, büyük bir hızla, ilk çağların büyük mirası üzerinde bilim yeniden itibar gören bir disiplin haline gelmiştir. Hemen aynı yüzyıllarda Endülüs’teki gelişmenin de bu konulardaki büyük payı unutulmamalıdır.
XVI.yy.dan itibaren, özellikle Batı Avrupa’da çok geniş ölçüde bir yayılma, derinleşme ve genişleme gösteren çeşitli bilimsel konular XIX. yy. sonlarından itibaren yoğun ve yepyeni bir yönde bir yükselme dönemine girmiştir. Bu gelişme daha sonra insanlık için atom ve hidrojen bombasının, silah sanayinin kullanılması gibi bir tehlike de oluşturacaktır.
Kısacası, Yeni Çağlarda bilim alanında gerek metot, gerekse yeni bilim dallarının bağımsızlaşmasıyla hızlı bir gelişme dönemine girildi, özellikle Röncsansın XV. yüzyılda uyandırdığı yeni İnsan anlayışına bağlı olarak eşya tabiat gök cisimleri ve toplum yeniden değerlendirilmiş ve yorumlanmıştır. Rönesanssın getirdiği bu yeni anlayış bilimi belli bir zümrenin (ruhbanın) tekelinden çıkartarak geniş halk kitlesi içinde yer alan çeşitli mesleklere mensup insanların Önüne sermekteydi, örneğin Leonardo da Vinci (1452-1519) böyledir. Bilginin kesin niteliğini ileri süren Vinci, teknik bilimler alanında buluş ve deneyleriyle de Önemli bir görev üstlenmiştir. Uçan makine, paraşüt, helikopter ve çeşitli silahlar hususunda tasarımlar yapmıştır. Anatomi üzerindeki incelemeleri, kanın İşlev ve hareketleri üzerindeki fizyolojik incelemeleri, yerküresinin öteki gezegenler gibi bir gezegen olduğu görüşüyle astronomi alanındaki çalışmaları önemlidir. Fizik, mekanik ve kurucusu sayıldığı yerbilimi (jeoloji) dallarında yaptığı çalışmalar da aynı şekilde önem arz etmektedir. Nitekim astronomi, fizik ve mekanik alanlarında yaptığı çalışmalar Kopernik’in bilimsel devriminin kaynaklarından biridir.
Aristoteles fiziğine dayanan Batlamyus astronomisinin yıkılmasıyla gerçekleşen bilimsel devrimin özü Kopernik’in Güneş merkezli sistemine dayanmaktadır. Fakat Kopcrnik kadar Tycho Brahe’nİn, Johannes Kepler’in ve Galİleo Galilei’nin çalışmaları da bu konuda önemlidir. Bütün bunlardan sonradır ki, New-ton’la birlikte yerçekimi yasası ve gök mekaniği bir sisteme kavuşabilmiştir.
Aynı şekilde kimya, tıp ve biyoloji alanlarında da yeni gelişmeler olacaktır. Paracelsus Du-bois’in tıbba kimyayı uygulaması; Andreas Ve-salius (1515–1564)’un modern anlamda anatomiyi kurması bu arada zikredilmelidir. Ancak tıp alanında gerçek bilimsel buluşu William Harvey (1578-1657) gerçekleştirecektir. Harvey insan vücudundaki kanın dolaşımı yanında kalbin çalışma düzeni ve embriyoloji alanında da başarılı çalışmalar ortaya koyar. Kimya alanındaki gelişmenin Lavoisİer tarafından başarıldığını belirtmek gerekir.
Bilim alanındaki gelişmeler günümüze kadar devam etti. Ancak bu gelişmenin insana ve insanlığa getirdiği yararlar yanında, ortaya çıkardığı sorunların çeşitliliğini de göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Sözgelimi doğanın tahribiyle bozulan dengenin nasıl kurulacağı, teknik bilimlerin giderek insanın iradesini bağımlı hale getirmekle özgürlüğünü sınırlandırması, hatta yok edici bir nitelik kazanması, savaşlardaki insan öldürmelerinin bir kıyım boyutuna ulaşması, doğal kaynakların aşırı tüketimi ve insanların lüks ve konfora aşırı düşkünlükleriyle ortaya çıkan ruhsal sorunlar vb. bilimin amacı konusunda yeniden bir değerlendirmeyi zorunlu kılmaktadır. Bunun yanında bilimin insanın manevi dünyası ve kişiliğini, tıpkı bir nesne olarak araştırmaya çalışması, bilimin kullanım alanında bulunması şart olan insani yönü göz ardı etmesi hatta yok etmesi sonucunu da getirmiştir, denebilir. Yani bilim ve bilimsel yöntemin ulaştığı ilkeler, insanın manevi dünyasını besleyen temel değerlerin yerine konulmak istenmiştir ki, bu tutum bizzat bilimin amacını aşmış, onu bir tabu haline dönüştürmüştür. Dolayısıyla İnsanın gelişmesini manevi yönden zenginleşmesini amaçlayan bilim, bu kez bu sürecin önünü kesen sed olmuştur.
İslâm ‘da Bilim
Vahye dayanmakla birlikte zaman içinde bu özelliklerini büyük ölçüde kaybeden Yahudilik ve Hıristiyanlıktan farklı olarak İslâm dini, bilgiye, bilime önem vermekle onlardan ayrılır. Bilginin elde edilmesinde cins ayrımını bile yapmayan, yani erkek ve kadının ilim öğrenmesini teşvik eden İslam dini, bilginin kaynağı bakımından da bir ayrım getirmez. Başka söyleyişle bilginin Müslüman olmayanlara da başvurulmak suretiyle öğrenilmesi teşvik edilmiştir. Hz.Peygambcr (s.a.v) İlmin “Çin”debilc olsa alınması gerektiğini her bir Müslüman tavsiye etmesi ve buyurması önemli bir özellik arzeder. Ayrıca bilim adamının her türden faaliyeti, yani bilgi ve bilim uğrunda sarf ettiği bütün çabalar ibadet olarak nitelendirilerek onun önemi vurgulanmıştır. Yaklaşık VII. yüzyıldan itibaren Müslümanların özellikle Şam, Mısır, Kuzey Afrika, Orta Asya gibi bölgelerde hızlı bir fetih hareketiyle çeşitli kültür birikimleriyle karşılaştıkları bilinmektedir. İslam’ın oluşturduğu canlı, engin ruh ve bilinç gücüyle yoğrulmuş Müslümanlar bu yüzyıldan itibaren bilgi, bilim ve düşünce alanında sadece İslam dünyasıyla sınırlı kalmayacak ve özellikle XI. ve XII. yüzyıl Avrupa Orta Çağında derin etkiler meydana getirecek bir faaliyeti başlatacaklardır. Nitekim Doğuda kurulan Nizamiye Medreseleri, bilimin ve düşüncenin bütün bir İslâm dünyasında yaygınlaşmasını sistemli hale getirdiği gibi, Batıda bilgi ve sınırlı bilim anlayışının bölgesel mekanları olan manastırların işlevlerini de etkisiz hale getirecek, üniversitelerin kurulmasına öncülük edecektir. Sözgelimi X. yüzyıldan itibaren başta İtalya’da olmak üzere kurulan Bologna, Padua Üniversitelerini, XII. yüzyılda Paris’te Sorbonnc, Montpellier, İngiltere’de Oxford, Almanya’da Köln üniversiteleri gibi üniversiteler, mimari tarzları yanında, uzun yıllar takip edecekleri müfredat programları bakımından da Nizamiye medresesi ve onu örnek almış öteki medreseleri izleyeceklerdir.
İslâm dininin, özellikle Hıristiyanlıktan farklı olarak İnsanı ruh-beden bütünlüğü içinde kavraması ve dünyanın da ahireti, yeni ebedi hayatın mekânı olarak nitelenen ölümden sonraki hayatın yaşanılacağı dünyayı tamamlar şekilde nitelendirmesi, dünya hakkında doğru ve kesin bilgilerin elde edilmesi eğilimini güçlendirmiştir. Dolayısıyla Müslüman bilginler ebedi hayatın kavranılması bakımından dünya, dünyadaki nesnelerin gerçek mahiyet ve nedenlerinin anlaşılmasına çalışmışlardır. Ruh ve beden gibi, hayat da, hayatın yaşamadığı bu dünya ve nesneler de Allah’ın insana ihsan etliği değerli emanetlerdir. Gerçek bir kul olmak İle yükümlü bulunan her müslüman fert kendisine verilen bu değerli emanetlerin mahiyetine nüfuz ederek kavramak, onlardan ibret almak, nedenlerini çözmek durumundadır. Bundan dolayıdır ki, İslâm düşünce bilimi dünyanın ve eşyanın (daha genel olarak da ‘Varlık’m) objektif bir şekilde incelenerek kavranılmasını öngörür. Buna bağlı olarak İslam kültüründe bilim bir bütünlük içinde oluşacaktır. Yani dint bilimler ile pozitif bilimler incelenme fonksiyonu bakımından ayrıma tabi tutulsalar da, bilgi ve bilimin özü bakımından bir ayrım söz konusu edilmeyecektir. Kaldı ki, dinin hakikatinin anlaşılması ve kavranılması, ibadetlerin İfası bile pozitif bilimlerin geliştirilmesini adeta zorunlu kılacaktır. Mesela İslâm Hukukunun bir çok kuralı ve kurumunun matematikten astronomiye kadar bir çok pozitif bilim alanıyla ilişkilidir. IX. yüzyıldan itibaren İslâm bilimi matematik, astronomi, fizik, mekanik, tıb, kimya, eczacılık gibi pozitif bilimler yanında sosyal bilimler ve felsefe alanında hızlı bir gelişme gösterdi. Ayrıca bilimsel yöntem konusunda da müslüman bilginlerin önemli katkıları oldu. İlkçağ tabiat filozoflarının görüşlerini daha yön-temli bir şekilde genişletip geliştiren, eksikliklerini tamamlayan ve yanlışlarım düzelten müslüman bilgin ve düşünürlerin oluşturdukları İslâm bilim birikimi Orta Çağ Skolâstiğinin kendi içinde tartışılmasını ve yıkılmasını hazırladığı gibi, Rönesans ile birlikte Yeni Çağ biliminin kuruluş ve gelişimini de belli bir sınıra kadar hazırlamıştır, özellikle Kindi, Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd gibi bilgin ve düşünürlerin akıl ve bilim sınıflandırmalarıyla Aris-totoles ve Platon felsefelerim yorumlayıp değerlendirmeleri; İbn Heysem, İbn Bacce, Ebu-bekir Razi, Harezmi, Ömer Hayyam, Biruni, İbn Hayyan, Ebu Kasım Allaf, Ebu Zekeriya el-Avam, Ebu’l Ferec, Muhammed b. Cabir el-Battani, Ali b. Abdurrahman b. Yunus, Ebi Alı Hassen, Gazali, İbn Haldun, İbn Tufeyl gibi birçok bilgin ve düşünürün çeşitli bilim alanlarıyla felsefe ve kelam konularındaki görüşleri Batıda bilimin yeniden doğuşunda etkili de olmuştur. Müslüman bilginlerin bilim alanındaki katkıları önceki bilgileri sıkı bir şekilde değerlendirmeye tabi tutmak ve yeni inceleme ve araştırmalarda bunları değerlendirmek şeklinde ortaya çıktı. Hint kültüründe kullanılan matematik, müslüman matematikçilerin değerlendirmeleri ve sistemli bir hale getirmeleriyle insanlığın hizmetine sunularak evrensel bir bilgi di-İİ özelliği kazanabildi. Bunun gibi bilimsel me-tod konusunda, özellikle tabiat bilimleri alanında deney ve gözlem metodlan üzerinde yoğun tartışmalar yapıldı.
Yeni Çağlarda XVII. yüzyıldan itibaren deney metodunun sistemli bir hale gelmesinde müslüman bilginlerin katkıları inkâr edilemez. Nitekim daha XIV. yüzyılda Roger Ba-con, eserlerinde bu metodun gerçek bilgiye ulaşmada temel alınmasını ileri sürecektir ve İbn Sina ve İbn Heysem’İn bu konudaki düşüncelerinin önemini vurgulayacaktır, Ne var ki XVI. ve XVII. yüzyıllarda Batıda bilim alanında gelişmeler sürerken, İslâm dünyasında bilimsel alanda önce duraklamanın, arkasında da gerilemenin ortaya çıktığı görülecektir. XVIII. yüzyılda bilimin pratik işlevinin ağırlık kazanmasıyla da ilgili olarak Sanayi Devriminin gerçekleştirilmesi gözlenirken, İslâm dünyası bilim ve düşünce alanında sahib olduğu bu hazineyi ve birikimi yeterince değerlendirememiştir. Çünkü XVIII. yüzyıldan günümüze uzanan çizgide bilim, batılı insanın elinde öteki insan toplulukları ve kültürleri için yıkıcı özellikler kazanarak kullanılacaktır. Kapitalizmin, onun doğal uzantısı olan her türden emperyalizmin sınır tanımayarak yaygınlaşması; bilimin amacı üzerinde de kuşkular ve tartışmaları yoğunlaştıracaktır. Sosyal bilimlerdeki kullanımıyla İse bilim terimi deneysel fenomenlerin sistematik ve nesnel bir incelemesi ve bunun sonucunda ortaya çıkan bilgi birikimini ifade eder. Sosyal bilimciler kendi disiplinlerinin bu anlamda bir bilim olduğu ve bir insan etkinliği olarak bilimin kendisinin, sosyal bilimin araştırdığı konular arasında olduğu kanaatindedirler. Bu bağlamda bilgi sosyolojisinin bir dalı olarak ortaya çıkan bilim sosyolojisi (sociology of scien-ce), bilgi sosyolojisinin yaptığı gibi bilim
adamlarının sosyal konumlarının elde ettikleri bilimsel bilgilere nasıl bir etkisi olduğunu araştırmaya ilaveten, sosyal bilimlerde bu toplumsal etkilerin çok daha belirgin olduğunu ortaya koyar. Genelde bilim sosyolojisi toplumsal bir girişim olarak bilimin incelenmesine eğilmiştir.
İsmail KILLIOĞLU Bk. Bilgi; Bilimlerin Tasnifi; Bilim Felsefesi
Bilim adamları ‘Mavi Beyin’ ile yapay zekânın ötesine geçti
Bilim adamlarının geliştirdiği “Mavi Beyin-Blue Brain” teknolojisi ile çok yakında, ilaçlar yan etki göstermeyecek, hastalıklar daha kolay belirlenecek ve deneylerde kobaylar kullanılmayacak.
BBC Focus dergisinde yer alan habere göre, “Mavi Beyin” yapay zekânın ötesine geçti. Sadece konuşmak ve yürümek yerine, biyolojik olarak eksiksiz beyin tarafından çalıştırılan bir robot ayaklarının üstünde durup düşünecek ya da acı veren durumlarda insanın moralini düzeltecek şekilde tatlı dil dökecek. Ancak, insanoğluna benzemeksizin, robot biyolojik mikroçiplerini kafatasının içine sıkıştırmayacak. Bugünün teknolojisiyle, bizim kadar akıllı bir robotun Pentagon kadar büyük bir beyin taşıması ya da uzaktan kumandayla kontrol edilmesi gerekiyor. Mavi Beyin teknolojisi, robot fare üzerinde test edildi. Yapay süper zekâ bizim gibi düşünebilmesine rağmen, projenin ilerlemesi için yıllar geçmesi gerektiği kaydedildi.
Yakın bir gelecekte, tıbbi araştırmacılar sağlıklı bebekler ya da Alzheimer hastası yetişkinler gibi zihinsel durumları taklit ederek sanal laboratuarda deney yapmak için yapay bir insan beynini kullanacaklar. Nörologlar, günümüzde beynin hastalık tarafından etkilenen bölümlerinin yerini saptamak için MRI gibi tarama yöntemlerini kullanıyorlar. Hâlbuki Blue Brain (Mavi Beyin) hücre seviyesinde bunun nasıl olduğunu ortaya çıkarabiliyor. Çeşitli seviyelerde sanal beyin çalışması ilaçların test edilmesi için de faydalı olacak. Ecza şirketleri, sadece ilaçların moleküler etkileşim dönemlerinde nasıl işe yaradığını biliyor, vücut üzerindeki etkilerini ya da yan etki gösterip göstermeyeceğini bilmiyorlar.
Mavi Beyin simülasyonuna moleküler bilgi yerleştirerek, bir ilacın domino etkisini (bir olayın benzer olaylara yol açacağı kuramı) ve ilacın beyinde dağılımını görebilirsiniz. Ecza devleri, yüzlerce potansiyel tedaviyi dikkatle incelemek için klinik deneylere milyarlar harcıyorlar. Ancak, Mavi Beyin simülasyonu, ilaçları birkaç ümit verici adaya indirgeyerek zamandan ve paradan tasarruf edecek. Ayrıca, hayvan deneylerine olan ihtiyacın da sona ermesini sağlayacak.
Zaman Online
Felsefe Tarihi
İlk çağ felsefesi deyince, dar anlamında Yunan felsefesi ile bu felsefeden doğmuş olan Helenizm-Roma felsefesini anlayacağız. Belli bir tarih dönemini adlandıran İlkçağ kavramı, bilindiği gibi, geniştir: Bu dönem, ilk yazılı belgelerle başlar aşağı yukarı dördüncü bin yıldan İsa’dan sonra 476 yılında Batı Roma İmparatorluğunun çöküşüne kadar sürer. Bu uzun zaman aralığında da, birçok kültürler doğup gelişmiştir.
Uzakdoğu ve Hint kültür çevrelerini bir yana bırakırsak, yalnız Akdeniz çevresinde başlıcalarını sayalım: Mısır, Mezopotamya (Sümer, Akad, Babil, Asur), Hitit, Fenike, Yahudi, Yunan, Pers, Roma, Kartaca kültürlerini buluruz. İlkçağ kavramı, bütün bu kültürleri içine alır. Öyle ise, neden İlkçağ felsefesi derken, yalnız Yunan felsefesi ile bundan türemiş olan felsefeleri anlıyoruz? Neden bin yıllarca sürmüş olan bu çağın, felsefe bakımından başarısını yalnız Yunanlılara ayırıyoruz? İlkçağı bir bütün olarak ele almak doğru olmaz mıydı?
Doğru olmazdı, çünkü göreceğiz ki, bugün bildiğimiz anlamdaki felsefeyi ilk olarak ortaya koyan, yaratan eski Yunanlılar olmuştur. Böyle bir felsefe, Klasik İlkçağ ya da Antik Çağ adı verilen, yalnız Yunan ve Roma kültürlerini içine alan, İsa’dan önce 8. yüzyılda başlayıp, İsa’dan sonra 5. yüzyılda sona eren, demek ki bin yıldan çok. Süren bir tarih aralığının ürünüdür. Bundan dolayı, şu sınırladığımız biçimiyle İlkçağ felsefesine Antik felsefe de denilir. Buna göre, Antik felsefe denilince: Yunan felsefesiyle, bundan türemiş olan Helenizm ve Roma felsefesi anlaşılır. İşte bizim konumuz da bu Antik felsefe olacaktır.
Yunan kültürüyle onun izinde yürüyenlerin dışında kalan kültürlerde, hiç olmazsa felsefeye benzer bir şeyler yok muydu? Elbette vardı. Çünkü hangi kültür basamağında bulunursa bulunsun, her toplumun, bir yandan birtakım dini tasarımları -mythosları, efsaneleri- öbür yandan da birtakım bilgileri vardır. Bu mythoslar, bilinçsiz olarak çalışan ve yaratan kolektif hayal gücünden doğmadırlar; gelenekle kuşaktan kuşağa geçerler, bunların köklerinin Tanrı’da olduğuna inanılır, onun için bunlara oldukları gibi inanılır. Sözü geçen bilgiler ise, tek tek kişilerin veya kuşakların görgülerinden, pratik amaçlar bakımından doğa üzerinde durup düşünmelerinden meydana gelmiştir.
Bu pratik bilgiler insana, varlığını ilgilendiren belli birtakım doğa olaylarına az ya da çok egemen olmak olanağını sağlarlar. Şimdi sözü geçen mythoslarda: "Bu evren nereden gelip nereye gidiyor?" "Bu dünyada insanın yeri ve yazgısı nedir?" sorularına, bu en son sorulara bir cevap vardır. Bu cevaplar da oldukları gibi benimsenirler, bunlara hiçbir kuşku duymadan inanılır, bunlar yalnız inanç konusudurlar. Ancak, bir yerde ve bir zamanda öyle bir an gelir ki, bu yanıtlar insanı artık kandıramaz olurlar.
İnsan, son sorular üzerinde artık kendisi de düşünmeye başlar; din ile geleneğin verdiği yanıtlarla yetinmeyip bilmek anlamak istediğine kendi aklı ile, kendi görgüleriyle ulaşmaya çalışır. İşte o zaman, insanın kendi bulduklarıyla dinin, geleneğin sunduğu tasarım arasında bir çatışma başlar; o zaman insan dinin açıklamaları karşısında eleştirici bir duruş alır; bunlara gözü kapalı inanmaz olur, bunların doğrusunu, eğrisini ayırmaya, eleştirmeye koyulur.
Pratik bilgiler bakımından da durum böyledir: Burada da öyle bir an gelir ki, insan, aklını ve görgülerini, yalnız varlığını ayakta tutmak için gerekli pratik-teknik bilgiler edinmek yolunda kullanmakla yetinmez olur; yalnız bilmek için de bilmek ister, böylece de praxis’in üstünde tlıeoria’ya yükselir, dolayısıyla bilime varır. İşte felsefe böyle bir anda, böyle bir durumda doğmuştur.
İsa’dan önce 6. yüzyılda Yunan kültürü, gerçekten de, böyle bir durumu yaşamıştır. Bu yüzyılda Yunanlılar için kutsal gelenek çağı kapanmaya yüz tutmuştu: Din ve geleneğin çizdiği dünya görüşü sarsılmış, bunun yerini, tek kişinin kendi aklı, kendi görgüleriyle kurmaya çalıştığı bilime dayanmak isteyen bir tasarım almaya başlamıştı. İşte felsefenin adını da, kendisini de 6. yüzyılın Yunan kültüründeki bu gelişmeye borçluyuzdur.
Bugün bizim de kullandığımız felsefe deyimi, Yunanca philosophia sözcü-günden gelir. Felsefe, philosophia’nın Arapça’da aldığı biçimdir. Türkçe’ye de Arapça üzerinden bu biçimde girmiş. Philosophia bileşik bir sözcüktür, iki sözcükten kurulmuştur: philia ile sophia’dan. İlki sevgi, ikincisi bilgelik, geniş anlamıyla bilgi demektir. Buna göre philosophia: bilgiyi, bilgeliği sevme demekti. Platon’un öğrencilerinden Herakleites Pontikos’un söylediğine göre, philo-sophia deyimini ilkin Pythagoras kullanmış.
Pythagoras kendine philosophos (filozof) dermiş. Çünkü, ona göre sophia, bilgelik, eksiksiz doğru yalnız tanrılara yakışır; insana ise ancak philosophia, yani bilgeliği sevmek, dolayısıyla ona ulaşmaya çalışmak yaraşır. Herakleides Pontikos’un bu bildirdiğinin doğru olduğuna inanmak pek güç. Burada sophia ile philosophia birbirinin karşısına öyle bir biçimde konu yor ki, bu karşılaştırma Sokrates ile Platon’un Sofistlerle savaşmalarını pek andırıyor. Gerçekten de, Sokrates ile Platon, kendi bilgisizliklerini bilmelerini, yani neyi bilmediklerini bilmelerini gerçek bilginin kaynağı sayıyorlar, bunun karşısına da Sofistlerin şişirme, temelsiz bilgilerini koyuyorlardı.
Herakleides Pontikos, philosophia deyimini 11km Pythagoras’ın, hem de bu anlamda kullandığını ileri sürerken, öğretmeni Platon’da gördüğü bu karşılaştırmanın çok etkisinde kalmışa benziyor. Ama, Herakleides Pontikos’un söyledikleri tarih bakımından doğru olmasa bile, philosophia deyiminin o sıralarda kazandığı anlamı çok güzel dile getiriyor: Buna göre, philosophia durup dinlenmeden bilgiyi, doğruyu arama işidir.
Düşünme ile olsun, deney ile olsun, burada varılmak istenen şey: doğrudur, hakikattir. Felsefe, doğruya varmak ister, bunun için uğraşır; eldekilerini bu amacı bakımından boyuna ayıklar, eleştiren bir süzgeçten geçirir. Kısaca: philosophia bilgi bir sevmedir, ona varmak özleyişiyle yoluna bir düşmedir, onu elde etmek için bir çabadır. Bunun karşısında: bu bilgeliğin, sözde eksiksiz olarak, elde bulunduğuna inanma var. Bu da, akıl ve gözlemden çıkarılmamış olan, olduğu gibi benimsenen bir inanç ancak. Felsefenin adını olduğu gibi, kendisini de, 11km eski Yunan’da buluyoruz.
İsa’dan önce 6. yüzyılda, o zaman İonia adı verilen bölgede (Aşağı yukarı bugünkü İzmir ve Aydın illeri ile karşılarındaki adalar) birtakım düşünürlerle karşılaşıyoruz ki, bunlar yapıtlarına peri plıyseos (Doğa üzerine) karakteristik adını veriyorlar. Bu yapıtlar, doğanın, evrenin bilimsel bir tablosunu çizmek için yapılmış olan ilk denemelerdir, dolayısıyla da, dini bir dünya tasarımından ayrılan ilk felsefe yazılarıdır. İşte İonia’da bulduğumuz bu gelişme ile Yunan felsefesi başlamış oluyordu. Nitekim, göreceğiz, bu gelişme bizi sonra dosdoğru Platon ile Aristoteles’e, Yunan felsefesinin bu iki doruğuna ulaştıracaktır.
İonia’da karşılaştığımız bu gelişmeden önce, hiçbir yerde bu çeşit düşünceler, bu çeşit yazılar bulamıyoruz. Hint kültürünün çok derin düşünceleri saklayan ünlü Upanişad’ları bile sıkı sıkıya dine bağlıdırlar. Bunlarda da doğa üzerine birtakım görüşler var. Ama bunlar, İonia düşünürlerinin yazılarında olduğu gibi, doğanın önyargılardan uzak, özgür kalarak bir araştırılması olmayıp, din açısına bağlı kalarak yapılmış yorumlardır. Yunan felsefesini Doğu’dan gelen etkilerden türetmek denemeleri yapılmıştır. Bu denemelerin daha İlkçağ sonlarında yapıldığını görüyoruz:
Yahudiler, Yeni pythagorasçılar, Yeniplatoncular ile Hıristiyanlar Yunan felsefesinin kökünün Doğu’da olduğu savını yaymışlardır: Örneğin, 1.8. 2. yüzyılda yaşamış olan Numenios adında bir Yeni pythagorasçı "Platon, Attika diliyle konuşan Musa’dan başka bir şey değildir" demiştir. Ayrıca Elealılarda Hint, Pythagorasçılarda Çin, Herakleitos’da Pers, Empedokles’de Mısır, Anaxagros’da Yahudi dininin etkileri olduğu ileri sürülmüştür.
<div align